Çamaşırcı Suzan Avcı

Her gazetecinin hayatında zor şartlar altında yapılmış birkaç röportaj bulunur… İşte, biz de o zor şartlar altındaki röportajlardan birini yapıyoruz… Şişli’de bir apartmanın üst katındayız. Bulunduğumuz yer, evin banyo dairesi… Bütün yeni binalarda olduğu gibi burada da odalar dapdaracık ve iç içe… Bir de o daracık yerde bulunan eşyalara bakın! Bir termosifon, bir klozet, büyükçe bir küvet, bir çamaşır leğeni ve çamaşır makinesi… Durun, daha bitmedi. Suzan Avcı, ben ve foto muhabiri de o daracık yerdeyiz. Bütün bunlara, termosifonun yandığını ve leğendeki sıcak suyun çıkardığı buharları ilave ediniz. Zor şarttan neyi kastettiğim kendiliğinden ortaya çıkar… Suzan Avcı hem eline aldığı ‘kirlileri’ çitiliyor, hem de konuşuyor





- «Ne yani... Artistsek kadın değil miyiz? Bunda şaşacak ne var... Her kadın gibi ben de evimin işlerini yaparım...»

Başı leğene inip inip kalkıyor... üçümüz de ter içindeyiz... Not aldığım kağıdın üzerinde yer yer damlayan terlerin meydana getirdiği ıslaklıklar var. Kepmenin tam manasıyla alın teriyle röportaj yapıyoruz! Sıcaktan iyice bunaldığımız bir sırada, telefon çalıyor... üçümüz de dışarı fırlıyoruz. Suzan elini önlüğüne kuruluyor, reseptörü alıyor:

- «Merhaba canım babacım... Şeker kızını unutmazsın sen zaten... Sağ ol, var ol... Bilmez miyim babacığım. Güle güleee... Öperim babacığım...»





Reseptörü bırakıp tekrar işinin başına dönüyor... Her zamanki canım, şekerim, yavrum cümlelerinden biriyle özür diliyor, tekrar cehennem gibi sıcak banyoya doluyoruz. Neden sonra çamaşır faslı bitiyor. Bu defa salona geçiyoruz. Biraz daha rahatız şimdi. Az önceki hamam iskemlesinden salonun rahat koltuklarına terfi ettik. Koca salon süpürülüyor... Faraşa son süprüntüyü alınca bizim de beyliğimiz sona eriyor. Hep beraber mutfağa gidip bu sefer yemek yapılmasına nezaret ediyoruz. Sonra dikiş, ütü, cam silme vs. vs... Sonunda her birimiz bir yer bulup sere serpe oturuyoruz. O, bu vesileyle evini pırıl pırıl yaptığına memnun, biz bir Suzan Avcı röportajını setlerden birinde rahat rahat yapmak varken bu yolu seçtiğimize bin pişman!... Bir süre hiç birimiz konuşmuyoruz. Sonra, her zaman olduğu gibi söze gene o başlıyor... Geçen yıl tam 45 filmde oynadığını, bu yıl bu sayının biraz daha artacağını ümit ettiğini, anlatıyor... Sonra halk - artist ilişkilerini anlatmaya başlıyor.





- «Geçen gün sinemaya gittim. Türkan ve Ekrem'le oynadığımız 'Her Zaman Kalbimdesin' filmini seyredecektim. Kapıda Türkan'a rastladım. Bir loca alıp karanlıkta sinemaya girdik... Jenerikler bitti. Film başladı. Tam perdede gözüktüğüm sırada önümüzde oturan iki hanımdan biri diğerine dönüp 'Hah, gene çıktı işte. Bak, gör şimdi ne haltlar karıştıracak, ne kötülükler yapacak' demez mi... Biz Türkan'la kıkır kıkır gülmeye başladık. Antrekta o hanımlarla tuvalette karşılaştık. O zaman 'Hah' dedim içimden. 'Şimdi bu teyze beni bir güzel döver her halde!' Hanımsa benim düşündüklerimden habersiz, yanımıza geldi. 'İkinizi yan yana görmeyi o kadar isterdim ki' dedi ve bizi iltifata boğdu...»



Tam ayrılırken ondan çok enteresan bir şey daha öğreniyoruz. Artık yavaş yavaş kabak tadı vermeye başlayan perde - sahne trafiğine Suzan Avcı da bir zamanlar dansöz olarak katılmıştı ya... Ayak üstü soruyoruz ve cevabından Suzi'nin Türkiye'nin en pahalı göbeği olduğunu öğreniyoruz. Bir gazinoda sahneye çıkmış ve üçüncü günün sonunda karşı tarafın mukavele şartlarına uymadığını ileri sürerek dansı bırakmış. Dava, mahkeme falan derken iş sonuçlanmış. Suzan Avcı - tazminat da dahil olmak üzere - gazinodan tam 50.000 lira almış. Yani, her sahneye çıkışı 16.666 liraya gelmiş Suzan Avcı'nın!...

Türk sinemasının en popüler tiplerinden biri olan yedi düvelle barışık Suzi'nin evinden çıkarken gene telefon çalıyor. Biz merdivenlerden inerken o telefonda konuşuyor. Duymuyoruz ama, duyar gibiyiz.

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1968 TARİHLİ 4. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir