Ekrem Bora Fotoğrafçılığını Hatırladı



İlkokula giderken ağabeyi Ertuğrul ona bir «kutu» makine hediye etmişti. Ufacık bir objektifi, sadece «poz» ve «enstantane» çeken bir deklanşörü vardı. Üzerindeki dikdörtgen vizöre dostlarını, annesini, arkadaşlarını ve üç ağabeyini sığdırmak için uğraşır dururdu. O zamanki para ile 25 liraya alınan bu fotoğraf makinesine koyacak film bulmak, Ekrem için doğrusu büyük meseleydi. 6X9 santim genişliğindeki filmlerin 8 pozu 115 kuruşa satılırdı. Ve bu 115 kuruşu bir araya getirmek o zamanlar Ekrem için büyük ama çok büyük bir işti. Birkaç film çektikten sonra, makineyi elinden bırakmıştı. Sadece film parasını bulmakla iş bitmiyor, çekilen filmin banyosu, kopyası için de devamlı bir masraf kapısı açılıyordu. Bu dört köşe, mini mini sevgilisinden istemeye istemeye ayrılmıştı. Çocukluk hediyesi fotoğraf makinesi, birkaç yıl sonra el değiştirmiş bir akraba çocuğuna hediye edilmişti. O çocuğun babası ve parası vardı. İstediği kadar fotoğraf çeker, amatör fotoğrafçıların «tab ve agrandisman» işlerini yapan dükkanlara istediği kadar resim sipariş edebilirdi!...





Aradan yıllar geçti. Babıali'de bir matbaada çalışırken, gazetelerin foto muhabirlerinin ellerinde taşıdıkları yeni model makinelere gıpta ile bakardı. Tıpkı, güzel, tatlı, kocaman kocaman çikolatalar yiyen çocuklara bakıp bakıp da ağzı sulanan arsız çocuklar gibiydi... Yeni model makineler de iyice güzelleşmişti hani! Çift objektifli makinelerin üstünden bakıldığı zaman karşıdaki manzara renkli olarak camda beliriyor, gözle alelade görünen dünya, bu fotoğraf makinesinin objektifinden geçtikten sonra sihirli bir ülke haline geliyordu. Çocukluğunda ağabeyinin hediye ettiği makine ile bunların arasında dağlar kadar fark vardı!





Gel zaman git zaman Ekrem sinema artisti oldu. 1955 yılında sinema kamerasının karşısına çıktı. Çocukken bir tek resmini çektirmeye can atan insanın, artık bir saat içinde binlerce resmi çekiliyordu. Tabii, bu çekilen filmlerin parasını film prodüktörleri veriyordu. Önceleri «fotoğraf», Ekrem için cazibesini kaybetmiş bir şeydi. Fotoğraftan bu kadar soğuması, adeta nefret eder hale gelmesi, çocukluktaki hasretinin tepkisiydi. Yıllarca da fotoğraf denen şeyi bu yüzden sevememişti. Çocukluğumun sevgilisine kavuşmamış, ama «film» şeridine milyarlarca resmi geçmeye başlamıştı.





1967 yılı başlarında fotoğraf birden bire Ekrem Bora için çok önem kazandı: Kızı Lale doğmuştu. Daha ilk andan Lale'nin hemen her gün değişen yüzünü, vücudunu «ebedileştirmek» onda bir ihtiras, bir tutku haline gelmişti. Karısı Gül ile ikinci Avrupa seyahatine çıkınca ilk işi birkaç fotoğraf makinesi almak oldu. Önce bir Rolleiflex, sonra bir Leica, daha sonra da bir Mamiya... Mağazalardan bu makineler hakkında bilgi alıyor, sonra prospektüslerini Gül'e tercüme ettirip adeta, ezberliyordu.





Fotoğraf merakı, her günün bitişinde biraz daha artıyordu. Evinde bir «karanlık oda» yaptı. Hizmetçilere ayrılan ufak odanın pencerelerine siyah kağıtlar yapıştırdı. Bir agrandizör makinesi alıp masanın üzerine yerleştirdi. Banyo küvetlerini agrandizörün yanına sıraladı. Duvara, kırmızı ışık veren bir lamba taktırdı. Elektrik kordonları, film ve fotoğraf kağıdı, kurutma makineleri, film yıkama tankları, çeşitli fotoğraf kağıtları... Sirkeci'deki, Beyoğlu'ndaki fotoğraf malzemesi satan mağazaları bir bir dolaşıyor, banyo malzemesi alıyordu.





- «Bir gün gelin de size hem karanlık odamı, hem de çektiğim fotoğrafları göstereyim!» demişti. Geçen hafta Poyracık sokağındaki apartmanına gittik. Kapı açıldığı zaman Ekrem'i resim çekerken bulduk. «Acı, ıstırap çekmektense fotoğraf çekmek daha hayırlıdır, değil mi?» diyerek söze başladı ve devam etti. «Bakın, birkaç gün önce 8 milimetrelik bir de sinema kamerası aldım. İki «nitrafot» denilen ampul ile Lale'yi aydınlatıyor, renkli filmini çekiyorum, bir yandan da Lale'nin seslerini teybe alıyorum. Sessiz çektiğim bu filmi sonradan seslendiriyorum. Tıpkı bizim yerli filmler gibi... Sinema kamerasını kuruyoruz, sigaralarımızı yakıyor, içkilerimizi alıyoruz. Sonra da başlıyoruz Lale'nin serüvenlerini seyretmeye. Sadece sinema makinesi değil, projeksiyon makinesi de aldım. Renkli, renksiz, 6X6 veya 35 milimetrelik, ne kadar film çektimse hepsini projeksiyona koyup duvara aksettiriyorum. Kızımı duvarda kocaman, iki metre boyunda görüyorum. Az zevk mi bu? üstelik karanlık odada, developman yaparken küvetin içinde kızımın yoktan var olması, yavaş yavaş filmde veya fotoğraf kağıdı üzerinde belirmesi bana tarifsiz bir zevk veriyor. Hem, düşündüm, bu fotoğraf sevgisi bende çocuk sevgisiyle karışık bir duygu, bir içgüdü. Kızımın 2.000 yılında seyredilecek resmini tasavvur edin? Heykeltıraş olup onun heykelini yapamadım, ressam olup resmini çizemedim. Ama fotoğrafçı olup fotoğrafını ilerideki yüzyıllara bırakabilirim. Lale'nin torunları onun resimlerini seyrederken, benim ruhum da şad olacak. Çocuğumun bu kadar çok resmini çekmemin sebeplerini araştırdım ve buldum: Ölüm korkusu veya ebedileşmek içgüdüsü... Sanki onun fotoğraflarını, yüzlerce yıl kalacak kağıtlara geçirirsem ölmeyecekmişim, daha doğrusu benim devamım olan çocuğumda yaşayacakmış gibi bir his uyanıyor içimde...»

Tekrar çocuğunun resimlerini çekmeye başladı. Ekrem, bu yeni mesleğinden ne kadar memnunsa genç karısı Gül Bora da bu fotoğraf «ihtirası» ndan o kadar şikayetçiydi. «Beni bile unuttu!» dedi.

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1968 TARİHLİ 13. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir