Fikret Hakan’ın 35 Yılı



Valikonağı caddesinde «Ahenk» apartmanının en üst katındaki dairesindeyiz... Hani «daire» sözü iyi bir fikir vermez. «Kocaman bir evdeyiz,» demek daha doğru olacak galiba... Etrafımızda «antika» eşyalar dolu... Yarım daire şeklindeki kemerli kapılar, 16'ncı ve 17'nci yüzyıl saraylarından, konaklarından bugüne kadar yanmadan, kaybolmadan ulaşabilmiş süs ve ev eşyası arasında insan kendini sanki müzede sanıyor. Buraya biraz önce geldik. Kapıyı hizmetçi açtı. «Fikret Bey uyanmadı henüz... Buyrun, oturun şimdi haber verir, uyandırırım,» dedi.





Kocaman, arkalıklı kadife koltuklardan birine, çekinerek oturduk. Telefon çaldı. Ama ne telefon? Üzerinde Arap harfleriyle, «Posta ve Telgraf Müdüriyeti Umumiyesi -1926,» yazan, manyetolu bir telefon... İçine modern bir telefon koymuşlar. Üzerindeki kutuyu ise «eski hava» versin diye olduğu gibi bırakmışlar. Yani bir çeşit restore edilmiş... Telefona hizmetçi cevap verdi. Biraz sonra Fikret Hakan, üzerinde koyu kırmızı bir ropdöşambır ile göründü. Kıvırcık siyah saçları, kalın bıyıkları, siyah gözleri, esmer teniyle güneyli bir erkek tipi olduğu hemen fark ediliyor. Elini uzattı, gülümsedi. «Ağabey, 16 yıl geçti tanışalı, değil mi?» diye söze girdi. Hizmetçi, fiyatı tahmin edilemeyecek kadar yüksek olan bir buçuk asırlık masada kahvaltımızı hazırlıyor. Saat, sabahın 10'u... Güneş ışığı üstümüzde... İki dairelik bir yer tutan evde, kocaman kanepelerden birinde yan yana oturduk. «Yeşil Yuva» apartmanında (16 yıl önce) yaşayan Fikret ile şu andaki Fikret arasında büyük mesafe var.



O zamanlar 18 yaşındaydı. İlk filmi olan «Köprüaltı Çocukları» nı çevirmişti. Şiirler, hikayeler yazıyordu.

Taksim Lisesinden bitirmeden ayrılmıştı. Ankara Dil-Tarih, Coğrafya Fakültesinde profesör olan babası Ali Gaffar Güney yeni ölmüş, annesi Fatma Belkis, başhemşirelik yaparak oğluna bakıyordu.





Fikret Hakan'ı işte o günlerde tanımıştım. Hadi Yaman adlı prodüktörün bir filminde oynuyor, ben de filmin fotoğraflarını çekiyordum. Bir ay, her günümüz beraber geçti. Nevin Aypar, baş kadın rolündeydi. Henüz Türkiye, Fikret'in varlığından habersizdi. Bir arkadaşıma, «Bu çocuk, ileride, oyun gücü bakımından bütün sinema yıldızlarını geçecek!» demiştim. Yanılmadığım, yıllar sonra meydana çıktı.

Fikret, her gün yazıhaneme gelir, saatlerce sohbet ederdik. Sormagir sokağında, Öztürk Serengil ile bir bekar odası kiralamışlardı. Tek pantolonları olduğu için biri sokağa çıktığı zaman öteki mecburen evde oturmak zorunda kalırdı! Sonra güzel filmler birbirini kovaladı.





35 YILIN HİKAYESİ

Fikret, filmlerinin girdiği bütün yarışmalarda armağanları alıyor, herkes ona, «Türk sinemasının en iyi oyuncusu» diyordu. Türk sinema tarihinde «en fazla armağan kazanan oyuncu» adı. bugün hala Fikret'in tekelindedir.

Bunları konuşup eski günleri yadederken bir sigara yaktı, «23 nisanda 35 yaşıma giriyorum,» dedi. Artık Cahit Sıtkı'nın dediği gibi «Yaş Otuz Beş, yolun yarısı eder - Dante gibi ortasındayız ömrün». Üç defa evlenip boşandım. 1950'de SES Operetinde, «Üç Güvercin» de palyaço rolüne çıkmıştım. Tam 18 yıl geçti. Yaşım büyük sayılmaz belki, ama 20 yıla yakın sahne ve perdedeyim. Bundan sonra hayatımın yeni bir dönemi başlayacak. Yorgun, bıkkın ve bezgin bir haldeyim. Boğaziçi sırtlarında, bahçeler içinde eski bir ev satın alacağım. Restore ettirip orada oturacağım.



Apartman hayatı artık sıkıyor beni. Hele işim olmadığı zamanlar dinlenmek için insanlardan uzaklara kaçacağım. Silifke'de 20 dönümlük bir arazi satın aldım. Denizi gören bir kale, bir şato gibi ev yaptıracağım. Avcılık, deniz, gezinti, okuma ve ruha huzur verecek şeyler... Huzur ve mutluluk arıyorum. Kasım 1968'de Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sahneye çıkacağım. Kontratı yaptım. Filmlerimde olduğu gibi bir ayda 40.000 liraya... Artık, her filmde, para ihtiyacımı karşılamak için oynamayacağım. Buraya eşyalara 500.000, eve 250.000 liraya yakın para sarf ettim. Ama benim kumarım yok, içkim yok, başka hiç bir masrafım yok. Sadece kızım Elif'e bakmak mecburiyetindeyim, o kadar. Yılda 4-5 film çevirsem bana yeter de artar bile.»





«Sinema tarihinde çok iyi bir yerim var. Bundan sonra, hayatımın sonuna kadar tiyatro ve sinema oyuncusu olarak kalmam için, kendimi 'enflasyon' modasına kaptırmamam gerekiyor. Yıpranmak istemem. Yılda 250.000 lira kazanmak demek, en az bu paranın yarısını sarf edememek demektir. Öyle bankalara milyonlarını yatıran tüccar - yıldızlardan değilim ben, olmak da istemem. Evlenmeye gelince...»



Sözünün burasında durup bir sigara yaktı. «Bugüne kadar üç defa evlenip boşandım. Artık hatalı bir evlenme yapmak istemiyorum. Ne bu evde, ne de başka bir evde yalnız başıma yaşamak niyetinde değilim. Bekar bir erkeğin evine gelip giden kadınlar, arkalarında sadece pişmanlık duyguları bırakıyor. Yaz - kış, gece - gündüz hayatımı paylaşacağım bir kadına, gerçek bir hayat arkadaşına şiddetle ihtiyacım var. Elbet birkaç yıl içinde evleneceğim. Ama henüz böyle bir kız yok. Kafam da, kalbim de boş. Tıpkı bu ev gibi...»

..Boş evin dolu olacağı günlerin gelmesini temenni edip ayrıldık...

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1968 TARİHLİ 12. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir