Rumeli Hisarı’nda Bir Kavuk Daha Devrildi

Dünya’nın bütün açık hava tiyatrolarında piyes seyretmiş olabilirsiniz. Projektör ışıkları altında nice trajediler, komediler görmüş, ünlü festivallerde flarmonik orkestraları (gene açık havada) dinlemiş olabilirsiniz. Fakat Rumeli Hisarı’nda Fatih Sultan Mehmed’in yaptırdığı Hisarlar içindeki açık hava tiyatrosunda bir piyes görmemişseniz, «Ben bir şeyler gördüm!» diyemezsiniz. Zira, geçen hafta, gökyüzündeki ay tam daire şeklinde gümüş ışıklarını Boğaziçi’ne dökerken, biz «Bir Kavuk Devrildi»yi seyrettikten sonra, şu hükme vardık: «Dünyanın en güzel manzaralı açık hava tiyatrosunda, yüzde yüz Türk piyesini, yüzde yüz başarıyla temsil edilirken seyretmek zevklerin en güzelidir.»





Bu 'heyecanlı' cümlelerden sonra anlatmaya başlayalım «temaşa» yı... Daha deniz kenarından baktığınız zaman sarı ışıkların Rumeli Hisarı kulelerini ve duvarlarını gayet güzel aydınlattığını gördük. Bayraklar dalgalanıyor, seyirciler manto, pardesü, kazak, süveter, yanlarına mutlaka kalınca bir şey alıp akın akın Rumeli Hisarı'na gidiyorlardı. Daha büyük kapıdan, vaktiyle Fatih'in girdiği kapıdan, adımımızı içeri atar atmaz, bando mızıkayla karşılanır gibi, «Mehter Takımı»ndan bir kısmın çaldığı mehter marşlarıyla karşılandık! Krallar gibi karşılanmak insanoğlunun doğrusu pek hoşuna gidiyor.





Ne kadar alçak gönüllü olursanız olun, sadece bu manzara (ve musiki) karşısında gevşeyip seviniyor; «Aşkolsun bunu düşünen ve yaptıranlara!» diyorsunuz. Bu «aferin» den sonra başka «aferin» ler geliyor. Hemen biletinizi alıyorlar, derhal yer gösteriyorlar, bir de 50 kuruşa muşamba minder kiralıyorsunuz. Ondan sonra gel keyfim gel! Sigaranızı tellendirip püfür püfür esen rüzgara karşı zevkle içebilirsiniz. Terlemek yok, iskemle gıcırtısı yok, kışın sıkıcı nesi varsa, burada hiç biri yok. Ama Musahipzade Celal'in, ölümsüz, Türk klasikleri arasına girmiş piyesi ve o piyesteki kişileri canlandıran oyuncuları var.





Mehter'in marşları bitip de, oyun başlayınca, kendinizi geçen asırların Türkiyesi'nde buluyorsunuz. Osmanlı İmparatorluğumuz yavaş yavaş yıkılmaya yüz tutmuş. Kapitülasyonlar başlıyor, el sanatları, Avrupa'nın modern endüstrisi ile baş edemiyor. Sodom ve Gomore gibi, halkın dışında ve üstünde yaşayan saray erkanı ve dalkavukları alabildiğine zevk, alabildiğine sefa içinde gününü gün ediyor, «Benden sonra tufan...» diyor. Önce kumaşçı, tezhipçi, kavukçu dükkanlarının bulunduğu çarşı sahnesi açılıyor. Kavukçu Neşati (Ersan Barkın), kumaşçı Salim Ağa (Kemal Bekir) ve çırağı Eşref (Feridun Karakaya), tezhipçi Revnakî Efendi (Necmi Oy) ve çırağı Nevres (Cüneyt Türel) ortaya çıkıyor. Sabah olmuştur. Sabah namazına gidenler havuzlu, fıskiyeli kahvehanede çay ve kahvelerini içiyor, çubuklarını yakıyor. Ondan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun hemen bütün zanaatkar ve esnafı resmi geçit ediyor: Goygoycular, perendebazlar, cambazlar, dilenciler; köşklüler, yangın tulumbasını taşıyan tulumbacılar, kuklacılar, seyyar muhallebiciler, şerbetçiler, nane şekerciler, keten helvacılar, dondurmacılar, çengiler, saz takımları, bekçiler, yeniçeriler...





Eğer 60 - 70 yaşında değilseniz bunları görmemişsinizdir. Büyük bir merakla ve biraz da hayretle onları tanımanız, tatlı bir sürpriz oluyor. «A eski dondurmacı böyle olurmuş!», «Bak eski âdetler, gelenekler nasılmış?» diyor ve kendi kendinizi, daha doğrusu ecdadınızı tanıyorsunuz. «Meğer biz folklor, sanat, edebiyat, örf ve adet bakımından ne ince, ne zengin bir milletmişiz?»





Dört perdelik oyunun, perde aralarında yine mehter çalıyor. Bu oyunu seyredenlerin arasında, yaz dolayısıyla İstanbul'a gelmiş «taşra» halkı ve turistler de var. Özellikle ecnebiler bizim eski kıyafet ve geleneklerimize hayranlık duyuyor, gözlerini dört açıyor, oyunu 8 milimetrelik kameralarıyla filme alıyorlar. «Bir Kavuk Devrildi» her halde hiç bir zaman bu kadar çeşitli yabancı dil konuşan seyirci tarafından seyredilmedi. Şehir Tiyatroları, sadece kendi halkımıza kendi değerli hazinelerimizi, zengin mazimizi göstermek ve tanıtmakla kalmıyor, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı'nın yapmak istediğini yapıyor, «diyar-ı ecnebi» den gelen binlerce turiste, «İşte biz bir zamanlar böyleydik!» diyor.

ALINTI: SES DERGİSİ’NİN 1968 TARİHLİ 31. SAYISI



Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir